Mutsuzluk mutluluktan daha yaygındır...



Uzun zamandır birşeyler yazmadığımı farkettim buraya. Aslında buraya yazmak için; bana belli dönemlerin gelmesi gerektiğini anladım. 

Dışardan bakıldığında oldukça etkileyici görünen her şey, ona yaklaştıkça ve daha yakından bakmaya başladığınızda hiç de öyle olmadığını farkedersiniz. Ben değil, bu dediklerimi ben zaten biliyorum. Ama bilmeyen, henüz kavrayamamış insanlar var olduğunu görüyorum çevremde. Yaklaştıkça ayrıntıları farkeder ve eğer içinizde zerre duygu yoksa o ayrıntılara takılır kalırsınız. İnsanların uzaktan oldukça kolay zannettikleri her şey, yakından çok daha kolaydır aslında. Sadece nasıl yaklaşmanız değil, yaklaştığınızda da hangi açıdan bakmayı bilmeniz gerekir. 

Karışık gibi görünebilir. Yazdıklarımın 'giriş' den değil de direk gelişmeden başladığını düşünebilirsiniz. Aslında benim için birçok şeyin girişiydi yukarıdaki dediklerim. Sürekli başıma gelir ve bunlar tekerrür eder durur. Tıpkı Groundhog Day filmi gibi hayatım. Bazı şeyler hayatıma uğruyor, iyi gibi görünüyor, yaralıyor ya da çabalıyor sonra da uzaklaşarak o sis bulutunda kayboluyor. Sonra tekrar ayağa kalkıyor ve sonra tekrar aynı şey başıma geliyor. Ben ne kadar uzak dursam da, istemesemde, sonucunu bildiğim için o kadar kendimi kaptırmasam da yine herşey o rütin düzende gerçekleşiyor....


Yalnızlığımı seviyorum, içerisinde bana özel olduğunu bildiğim 3 m2 yer bile yetiyor. Uzaktan iletişimimin az olduğunu düşünenler, tanıdıklarında ne kadar güçlü olduğunu farkediyor. Sonra bırakıp giderken de iletişimsizlikten dem vuruyorlar. 500 Days of Summer filminde ki Summer'ın kendi iç dünyasını karşısına açtığında bir şeyler beklediğini içsesten duymuştuk. Halbuki benim öyle bir içsesim bile yoktu...


İşin özü, lafın kısası... Bazen karşısınızdakinde umduklarınızı, dışardan baktığınızdaki keşfetme duygusunu yaşayarak bulabileceğinizi sanarsınız ama bulamazsınız. Bu kimilerinde bir hayal kırıklığı yaşatırken, kimilerinde ise yol üstündeki bir durak davranışı yapmaya iter. Ancak bu her iki seçeneğe uyan kişilerin unuttukları tek bir şey vardır: O yalnızlığı içerisinde mutlu olan kişinin, seninle mutlu olmaması için de hiçbir sebep yoktur. Sadece mutlu etmesini bilmek gerekir. Çünkü yalnız insanlar her zaman mutsuz değildirlerdir. Ancak mutsuz insanlarla karşılaştıklarında ise onları mutlu etmek için de çaba sarf etmezler. Çünkü kendisi bu kadar kolay mutlu olabiliyorken, karşısındakinin de kendisini o deliğe çekme çabalarına anlam veremez. Bu yüzden de bir adım geriye atmaya başlar. Sonra bir adım daha... Taa ki o 3 m2 'lik kendisini özel hissettiği yere varana kadar... 

Evet, sen de biliyorsun ki bende umduğun o dışardan görünen çikolatalı evi bulamadın. İçeriye girmene gerek bile kalmadı.


Son olarak yine son yazımdaki gibi bir Cowboy Bebop hikayesi ile son veriyorum. Hoşçakalın uzayın yalnız kovboyları:

"Bir zamanlar çizgili bir kedi varmış.
Milyon kere ölmüş, milyon kez de dirilmiş.
Hiç umursamadığı çok sayıda sahibi olmuş.
Bu kedi ölümden korkmazmış.
Bir gün gelmiş ki artık bu kedi başıboş, sahipsiz kalmış.
Beyaz, dişi bir kedi ile kaynaşmış.
İkisi beraberce mutlu-mesut yaşamışlar.
Yıllar geçmiş, beyaz kedi yaşlandığı için ölmüş.
Çizgili kedi milyonlarca kez göz yaşı dökmüş, sonra da ölmüş.
Ve bir daha da dirilmemiş..."

Biterken çalıyordu: "Feridun Düzağaç - Tek Başına" 


Game of Heart


Farklıdır bu yazacaklarım... Beklenmedikdir benden. Bu yüzdendir ki başıma her zaman gelen birşey gelmedi. Bu yüzdendir ki başıma değil en hayati organıma denk geldi. Merkezidir insanlarda bu organ. Herşeyin sebebidir aslında. Aklı başında yada zeki bir insanın beyin sanmasıdır aslında bu organı. Bilmezler ama herşeyin sebebidir sol göğsümüzde atanın. Daha önce yaşadım dersin ama o yaşadıklarına benzemez. Daha önce atlattım dersin ama o atlattıkların birer kış hastalığı gibi gelir bunun yanında. Sebebi basittir aslında. Beklenmedik zamanda gelir. Beyninde düşüncelerin, kalbinde duyguların düğümlenir. Kulağınla duyduğunda işitirsin kalbini yumuşatının sesini... Elinle dokunduğunda hissedersin onun yanında olmanın nasıl birşey olduğunu. Burnuna gelen onun parfümü değildir aslında, onun saçının kokusudur. Ve görürsün, evet görürsün... Gördüğünde ise hissettiklerinden çok farklı olduğunu anlarsın ve ağlarsın. Gözün o an sadece ağlamak için var olduğunu kanıtlar sana. Nefes almakta zorlanırsın. Kalbinin bunu bilinçlice yaptığından şüphe duyarsın. Aslında kalbin değil ciğerlerin yapar sana bunu. O senin yanında değilken ihtiyacın olan nefesi çekmemeni ister. Zorlanmanı ve buna alışmanı ister. Sen ona doğru yakınlaşmayı istersin ama ayakların geri geri gitmek ister. Uzaklaşmak ister ondan. Sana acı veren herşeyden seni uzaklaştırmak ister. Ama o acıyı tatmadığı için bilemez ayakların. Sonra yorulursun. Oturmak zorunda kalırsın ağır ağır. Boynun istemsizce onun nerede olduğunu görmek ister ve çevirir göresin gözlerinle diye. Aslında anlamamış olduğunu anlarsın işte. Seni ondan uzaklaştıran ayakların değilmiş; 'O' senden uzaklaşmak istemiş. O ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın sen onu görmeye devam edersin. O seni göremez, ama üzülme der gözlerin; 'o seni yanındayken de görmüyordu' der. Sonra bir bakarsın büyük bir rüzgar çıkar. Alır götürür gözündeki yaşları, burnunda tüten o kokusunu; gözlerinin önünde "o" sandığın onun buğulu görüntüsünü... Rüzgarın arkasından başlar yağmur. Çünkü sen kimseye anlatamazsın. Kimse de sana sormaz neyin var diye. Çünkü onlar seni böyle bilmezler. Dedim ya, senden beklemezler böyle birşey. Seni öyle tanımamışlardır. Seni tanıyan tek kişi dediğin "o" da senden uzaklaşmıştır artık... Senin içinde biriken ama rüzgarın alıp götürdüğü o incecik ve rüzgâra bile karşı koyamayan damlaların nereye gittiğini merak edersin. Sonra çok geçmeden Mikâil sana cevabı verir. Seni boğan o damlaların aslında ne kadar büyük olduğunu gösterir sana. Aslında senden akanlardan çok, senden akmayanlarla yapmıştır o yağmuru. Çünkü o bilir içindeki bulutları. Beklersin umutsuzca tıpkı onu beklediğin gibi yağmurun durmasını. Daha fazla yağmasını istemezsin çünkü o anlatır sana dertlerinin büyüklüğünü. Sonra anlarsın artık onun gelmeyeceğini. O an anlarsın seni ıslatanın aslında yağmur olmadığını... Düşünceler dakikalara dönüşür, dakikalar da saatlere. Ama hala üzerindeki ıslaklığın neden geçmediğini bilemezsin. Oturduğun yerden kalkmak istemezsin hâla. Gelip belki elini uzatır sana diye. Umudunu yitirmen için daha ne yapması gerekir, anlamazsın. Hep hayal kurarsın... Herkes senin burcuna bağlar hayalperest olmanı. Ama aslında bilmezler benim kurduklarımın sadece hayalkırıklıkları olduğunu... Kırılan sadece hayallerin değil aslında kalbin olduğunu... Bu düşünceleri sana beyninin değil kalbinin yazdırdığına inandırırsın sonunda. Ama anlamaz birçoğu. Çünkü hala başlarına 'aşk' dedikleri şeyi beklerler. Bilmezler aslında aşkın beklemekle gelmeyeceğini... Beklemekle gelseydi herkes uzaktakini beklerdi ve mesafeler bahaneleri olmazdı. Ve her zamanki gibi benim de yazacaklarım hep duygularımın başını değil sonunu anlatırdı...


Sen yalnızsındır, o da yalnız.
Sen mutlusundur, o ise mutsuz.
Sen sevmezsin, o da sevmez.
Sen seversin, o yine sevmez.
Sen aşık olduğunu sanarsın, o yine olmaz.
Sen üzülürsün, o yine üzülmez.
Sen yalnızsındır, o da yalnız.
Sen mutsuzsundur, o ise mutlu...

Bastion

Günümüz oyunlarında artık en önemli şey grafik oldu. En fazla uğraşılan, değer verilen kısmın bu olmasında ki en büyük faktör tabii ki de görselliğin artık herşeyden fazla en planda olmasından kaynaklandı. Bu yüzdendir ki hikaye çoğu oyunda unutuldu. Güzel senaryoları olan oyunlar ise bunu size anlatmaktan daha çok görmenizi istedi. Şöyle ki, Modern Warfare 3 yada Battlefield 3'te bile o kadar çok kendimizi kaptırmışız ki, oyun sonunu görmekten başka birşey düşünmeden sadece ilerlemişiz. Durup bir etrafımıza bile bakmamışız. Tüm bunların üstüne gelin size yine gözden kaçan oyunlardan Bastion'u anlatayım. Bir masalı dinlemekten çok nasıl içinde buluncağınızı göstersin...


Son zamanlarda masalsı oyunlardan biri de benim için Trine 2'ydi. Ancak onda hikaye yok denecek kadar azdı. Ama bir masalın içinde yaşıyormuş hissini size verebiliyordu. Bunu tabii ki de o görsel şölenle başarıyordu. Bastion ise geçen yaz Steam üzerinden satışa çıkmış bir oyun. Size anime tarzı çizgi-grafikleriyle bir hikayeyi anlatıyor. Evet gerçekten de anlatıyor. Oyunda beyaz saçlı, koca bir çekiçle karşımıza çıkan karakterimizin yaptığı her türlü hamleyi , etrafınızdaki her türlü gelişmeyi o süper sesiyle size biri anlatıyor. Bu başta size garip gelse de sonradan o yıkılmış dünyada hiç konuşmayan karakterinizin bir dış sesi gibi kabul edip alışıyorsunuz.


Yıkılmış dünya derken gerçekten de öyle. Oyuna başladığımızda evren yeni bir afetten çıkmıştır ve tüm kara parçaları birbirinden ayrı fantastik bir diyarda yer almaktadır. Biz ise bu evreni birkaç insanın yardımıyla yeniden eski haline getirmeye çalışıyoruz. Bunun yanında her masal bir kötü karaktere ihtiyaç duyuyor. Bu yüzden Zulf adlı karakterin engelleriyle de karşı karşıya kalacağız. Her türlü geliştirmemizi yapabileceğimiz kendi üssümüzün olduğu yere ise Bastion deniyor. Bastion ilk başta bomboş bir yer ancak sürekli oraya yeni geliştirmelerle binalar, özel totem güçlere sahip eşyalar yada tanrısal simgelerle doldurabiliyoruz. Bunlara ek olarak hayvan dostlarımızı da görmeniz mümkün. Diğer kara parçalarına giderek ordaki görevleri tamamlıyoruz ve bu şekilde aldığımız "core" adı verilen kristallerle Bastion'u geliştiriyoruz. Oyun tam bir RPG değil. Karakteri baştan aşağıya değiştiremiyorsunuz. Sadece yanında taşıyabileceği 3 silahı, her silahın kendi özel yükselticisini ve gerek sizin hayat değerinizi arttıran gerekse de vuruş gücünüzü güçlendiren "power-up" ları seçme şansınız bulunuyor.


Diğer kara parçalarına gittiğinizde farketceğiniz üzere oyunda önünüzdeki yol siz gittikçe inşa oluyor(Bkz: En alltaki trailer) . Bu şekilde hem düşen her parçayı inceleme fırsatınız oluyor hemde etraftaki çizimlere daha dikkat ediyorsunuz. Gerçekten de animalist çizimlerle tek tek herşey üzerinde uğraşılmış. Hiçbir yerde aynı kaplamayı yada aynı boş bölümleri görmüyorsunuz. Oyun boyunca karşılaştığınız sayısız düşmana karşı kullanacağınız silahın taktiği size kalmış. Ama ben çoğunlukla shotgun kullandım. Her açılan silahı kullanmak yerine belirli silahlara yoğunlaşıp arttırmak daha faydalı oldu diyebilirim. Sürekli karşılaştığınız fantastik düşmanlardan başka birde Boss dövüşlerimiz bulunuyor. Ancak ne düşmanlarda ne de Boss'larda zorlancağınızı tahmin etmiyorum. Gerekli "health" ve "mana"nız olduğu sürece gayet basit.



Oyunun hikayesinde özellikle sonunda size 2 farklı seçenek sunuyor. Bunlar sizin oyun sonunuzu etkilediği gibi karakterlerin yol aldığı tercihlere göre de farklılık gösteriyor. Özellikle ispiyondan kaçınmak istiyorum ancak son sahnede etkilendiğim kadar hiç bir filmde etkilenmemiştim. Tabii bunda o an çalan müziğin de buna etkisi vardı. Müzikten konu açılmışken bu konuyu da atlamamak gerek. Bastion'un müziklerini Darren Korb yapmış. Ve mükemmel iş çıkarmış. Gerek aksiyon sahnelerinde hızlanan müzik, gerekse de duygusal sahnelerde o yumuşak ve hüznü yaşatan sesiyle mükemmel tamamlayıcılığı başarmış. Oyunu bitirdikten sonra fanların büyük istekleri doğrultusunda soundtrack albümü de ayrıca çıkarılmış. Bende oyunu bitirdikten sonra günlerce özellikle "Mother, I'm Here" ve "Coming Home" (aşağıda) şarkılarını dinledim.


Genel olarak anime tarzı sanatsal çizimleriyle, size yol boyunca eşlik eden masalsı sesle sizi çok hoş bir arcade-rpg diye tanımlayacağımız bir oyun bekliyor. Eşsiz müzik ve ses efekleri, size sunduğu hikaye alternatifleriyle de ilgili olarak oyunu bitirdikten sonra tekrar oynamak isteyebilirsiniz. Bu yüzdendir ki oyun kısa sürüyor. Ortalama 7-8 saat bir ömrü var. Tabii bunu oyunda yer alan "challenge" lar ile arttırabilirsiniz. Satışların da 500.000'i aylar önce geçtiğini söyleyelim ve sizi trailer'la baş başa bırakalım.


(+) Neler İyi:  Anime tarzı sanatsal grafikler, müzikler ve sesler, hikaye anlatımı.

(-)  Neler Kötü: Yapay zeka, derin olmayan karakter gelişimi, ara sıra can sıkan kontroller.

Puan : 85/100

Mini Ninjas


IQ Interactive çok sevdiğim oyun firmalarından biri. Kendileri Hitman serisini yaratmakla kalmayıp araya Freedom Fighters ve Mini Ninjas adlı oyunları da sıkıştırmışlardır. Keşke her sıkıştırma bunun gibi olsa! IQ'nun bir de Eidos baskısıyla reklam kokan paralı bir işi var ki o da Kane and Lynch. Mini Ninjas ise, 6 farklı karakterler arası geçiş yapabildiğimiz çok hoş grafiklere sahip bir aksiyon-macera oyunu.  Peki hikaye nedir? Ana karakterimiz Hiro'nun nerden geldiği belli olmayan askerler tarafından köyü yağmalanır . Bu durum karşısında hocamızın da yardımlarıyla hem intikam almak hem de bu karmaşaya neden olan kötü lordu durdurmak amacıyla yola çıkarız.
Oyunun dünyasına adımınızı atar atmaz şirin mi şirin o grafikleriyle karşılaşıyorsunuz. Öyle ki bir anda sizi  atmosfer sarmalıyor. Etrafta uçuşan yapraklar, meyve dolu ağaçlar ve çiçekler o kadar güzel görünüyor ki bu grafiklerle huzur veriyor. Sonra "tutorial" tarzı hocamızın bize verdiği öğütleri dinliyoruz. Hiro, "kuji" adı verilen ninja büyüleri yapabiliyor. Mesela hayvanlara bürünme, rüzgar veya yıldırım yaratabilme, ateş topu atma ve hatta hayaletleri alt etmek için karanlığı delen günışığı bunlardan birkaçı...Bu büyülerle oyun çok daha eğlenceli. Ancak büyülerin hepsi zamanla açılıyor. Unutmadan Hiro çok da hızlı kamp ateşi yakabiliyor.


Hiro yola çıkmasıyla Futo ile karşılaşması bir oluyor. Futo içimizdeki en iri yarı karakter. Devasa samuraylara karşı tek kozumuz.  Diğer karakterlerin hepsi samuraylar tarafından yakalanmış ve biz onları kurtardıkça ekibimize katılıyor. Suzume; fülütüyle çaldığı o eşsiz müziğiyle rakiplerini bayıltırken bir taraftan da silah olarak kullanabiliyor. Shun, süper bir okçu. Ayrıca tam bir asker. Shun'u oyun boyunca sürekli durdurup çıkardığı sesleri dinledim. Çok komik bir sesi var. Kendini kaplan sanan Tora ise çok hızlı ve elindeki pençelerle çok güçlü atakları var. Son karakterimiz ise bir mızrak savaşçısı Kunoichi.


Aslına bakarsanız Hiro'nun yanında hepsi sönük kalıyor. Yine de Futo ve Shun'u da oyun sırasında kullanıyoruz ancak özellikle Kunoichi yada Suzume'yi çok az oynadım. Oyunda her karakterin kullanacabileceği ninja yıldızları ve bombaları da mevcut. Onlara da çok az gereksinim duydum. Bomba atana kadar çok etkili büyüleri var Hiro'nun.Her askeri öldürdüğümüzde büyülenmiş hayvanlar serbest kalıyor. Bunun yanında boss savaşları var ve genel olarak zayıf yanını bulup doğru zamanda doğru tuşlara basmak mantığıyla işliyor. Oyunda tüm karakterlerimiz bir ninjanın gerektirdiği gibi duvarlarda yürüyebiliyor, 2 duvar arası tırmanabiliyor. İlerledikçe 4 mevsimi yaşıyoruz. Karlı bölümler çok hoş.


Bol bol aksiyon, farklı karakterler, eşsiz grafikleri ve o eğlenceli atmosferiyle sizi hiç sıkmıyor. Mini Ninjas'ın gerçek çıkış tarihi tabii ki 2 yıl önceydi. Ancak gözden kaçan bir oyun olması sebebiyle bir kez daha hatırlatayım dedim. Keşke oyunda co-op desteği olsaydı. Belkide IQ birgün devamını yapar oyunun ve bu desteği verir.

Oyun Notum : 8.5/10 


          Torrent Dosyası            Resmi Web Sayfası             Facebook Sayfası

The Fades

Bu yıl başlayan birçok başarılı dizi var. Bunların çoğundan haberimiz oldu ve takip etmeye başladık. Tıpkı Grimm, Homeland, American Horror Story yada Person of Interest gibi... Ama bir dizi vardı ki hep gözlerden kaçtı: The Fades.

The Fades ilk sezonu dolu dolu 6 bölümden oluşan bir fantastik Amerikan-İngiliz ortak yapımı. Baş karakterimiz 17 yaşındaki Paul. Küçüklüğünden beri gördüğü ilginç rüyalarla sürekli başı derttedir. Ancak birgün şahit olacağı bir olay Paul'un ilerde başına geleceklerinin habercisidir. Gördüğü şey ise "Solgunlar" adı verilen ve normal insanların göremediği, hissedemediği yaratıklardan biriyle; Neil adı verilen avcılardan birinin kavgasıdır. Neil; sayısı giderek azalan avcıların ve arkadaşını yeni kaybetmenin acısıyla boğuşurken bir taraftan da Paul'a yol göstermeye çalışacaktır.

Konuyu diğer zombi yada hayalet yayınlarından ayıran birkaç şey var. Bunlardan en önemlisi belki de ölüm-yaşam arasındaki işlenen güzel düşünce. İnsanlar öldükten sonra diğer dünyaya geçişlerinde kullandıkları yol kırılmış ve bu yüzden diğer tarafa geçmeyi başaramayanlar Dünya'da sıkışıp kalmıştır. Kalanlara ise solgunlar (Fades) deniyor. Ancak solgunlar dokunmaya, hissetmeye ve saldırma yeteneği kazanmaya başlayınca olanlar oluyor. Polus adlı en eski solgun bu bulduğu yöntem ile kendi ordusunu kuracak ve avcılara/insanlara karşı savaş açacaktır.



Dizide karakterimiz Paul çok önemli bir kadere sahip ve bazı gelecekten kesitler görerek durumu daha da ilginçleştiriyor. Bunun haricinde ölülerin diğer dünyaya geçiş aşaması ise çok farklı ve güzel gösterilmiş. Ve solgunların normal bir ruh yada hayalet gibi davranamaması (kapıların içinden geçememek yada zaman geçtikçe görünümünün çürümesi) avcıların işini kolaylaştırırken sonrasında buldukları insan eti yiyerek bir vücuda bürünmeleri, sayısı azalmış avcıları ve çaresiz insanları zor durumda bırakacaktır.



Dizide karakterler de çok iyi işlenmiş. Paul'un bir film manyağı kankası Mac, Paul'un ikiz kız kardeşi Anna ve arkadaşı Jay. Yada öldükten sonra sevgilisi için solgun olmaya razı olan eski bir avcı Sarah... Hepsinin farklı hikayeleri ve farklı bakış açıları var.

İlk 6 bölüm çok hızlı işleniyor ve direk konuya giriyor ancak sezonu öyle bir yerde bırakıyor ki 2. sezonu merakla beklemek zorunda kalıyorsunuz. Giriş videosu da ayrı güzel. Konusu bakımından farklı ve işleyişi uzatmayan bu güzel diziyi izlemenizi tavsiye ederim.



|| Resmi Web Sitesi ||   || Facebook Sayfası ||  || IMDB Sayfası ||
|| Türkçe Altyazı ||  || Torrent Dosyası ||



Trine 2


Vakti zamanında üç cesur kahraman varmış, Trine denilen kadim zamanlardan kalma tılsımlı bir obje tarafından seçilmiş. Bu üç kahramanın ilki bir büyücüymüş; Amadeus. Belki büyücülerin en yüreklisi ve en güçlüsü değilmiş Amadeus, ama son derece zeki ve mantıklıymış. Pontius ise bir şövalyeymiş; krallığın korkusuz koruyucusu... Söz konusu lezzetli yemek, iyi içki ve savaşmak olduğunda akan sular dururmuş bu yürekli savaşçı için. Ve Zoya... Gizemli bir hırsız... Onu bulutlu bir gecede yanımızdan süzülerek geçen bir gölge olarak görebilirmişiz sadece...

Bu üç kahramanın nasıl bir araya geldiğini başka bir hikayede dinlemiş olmalısınız. Şimdi ise ormanda çok daha gizemli ve sihirli bir şeyler vuku buluyor. Ve Trine, cesur kahramanlarımızı bir kez daha çağırıyor...

3 karakteri de oynayabildiğiniz, heryerin tablo gibi grafiklerle bezendiği, hiç bitmesin diye oynarken oyalandığınız bir oyun Trine. Adeta bir masalın içinde olmak... Kısaca böyle anlatabilirdim elbette ama tabii ki burada noktalamak bu muhteşem oyuna saygısızlık olur.



Oyunda büyücü Amadeus, hırsız Zoya ve şövalye Pontius'la beraber bir maceraya atılıyoruz. Evet Trine 1'de de hikaye böyleydi ve Trine 2'den de neredeyse öyle. Oyuncuyu ters köşeye yatıran her bölüm sonu merakta kaldığımız bir senaryosu yok. Onun yerine her bölümde belli bir konsepti size yaşatan, her iksiri aldırmak için size hırs verdiren, akıl dolu bulmacalarıyla sizi zorlayan ve tüm bunların yanında size gösterdiği inanılmaz grafikleri var.

Yapımcı firma Frozenbyte. Finlandiyalıların dokunduğu herşeyin güzel olduğunu buradan birkez daha öğrendim. Tamam müzikte efsaneler ama oyun yapımında da bu kadar yetenekli olduklarını bilmiyordum. Trine 1'in başarısını ikinci oyunlada devam ettirmekle kalmadılar çıtayı biraz daha yükselttiler. Genel olarak zaten bildiğimiz 3 karakterle soldan sağa ilerleyerek gittiğimiz bir platform oyunu olan Trine'da ki 3 karakterde birbirini tamamlayan özelliklere sahip.



Büyücü Amadeus'un saldırma yeteneği yok. Onun yerine küpler ve köprüler oluşturarak gidilmek istenen yerlere yardımcı oluyor yada eşyaları, objeleri hareket ettirerek bulmacaların çözümüne katkıda bulunuyor. Hatta isterseniz orkları alıp yüksekten aşağıya atıp onu yem bile yapabilir. Hırsız Zoya'nın ise o peçeli görünümünün altında heryere uzanan ancak sadece tahtalara saplanabilen bir ipi var. Sadece ipi değil aynı zamanda da okçuluğu sayesinde uzak hedefler için öldürücü olabiliyor. Alev ve buzlu okların yanı sıra, çok iyi geliştirebilirseniz attığı her ok bomba etkisi yaratabilir. Şövalye Pontius ise tam bir savaşçı. Orklarla olan kavgalarınızda ortaya çıkması yeterli. Kılıcı ve çekici ile saldırıları çok etkili olduğu gibi, kalkanı sayesinde de çoğu oktan, alev toplarından kurtulmakla kalmayıp onları düşmana geri gönderebiliyor.



3 karakteri bu şekilde özetledikten sonra biraz da bölümlere bakalım. Her bölümde farklı bir konsept var dedik evet. Su altında ahtapotlarlarla, zindanlarda iskeletlerle, ormanda dev kurbağalarla, yada orkların hemen heryerden çıktığı daha nice bölümlerden oluşuyor Trine. Ve bunu 2 boyutlu olmasına rağmen inanılmaz grafiklerle size yaşatıyor. Tabii grafiklerden de öte muhteşem fizik motoruyla. Tohumları sulamanız için bir yaprağa düşen suyu 10 metre ileriye nasıl taşıdığınızı görünce hayran kalıyorsunuz sizde.

Ses ve müziklere gelince... Finlandiyalı bir folk grubu yapmış hissi uyandıran ve bölümlerle beraber ona ayak uyduran muhteşsem müzikleri var oyunun. Zaten soundtrack albümüde ayrıca satışa çıktı. Sesler de tek tek üzerinde çalışılmış, karakter seslendirmeleri de fena değil. Trine'da multiplayer özelliğide online co-op şeklinde çalışıyor.

Bu arada unutmadan söylemek gerek ki; Trine 2 Türkiye'de orjinal olarak satışa sunuldu. Hemde özel bir paket halinde. Üstelik Türkçe altyazılı olarak! Bunun yanında Trine 1, müzik albümü ve sanat tasarım kitabı da bu pakete dahil. Kesinlikle kaçırılmaması gereken bir koleksiyon. Tabii oyunu torrentten indiren bizlerin eli boş :)  Son olarak sizlere aşağıdaki trailer'ı izlemenizi öneririm.  Artık bundan sonraki platform oyunlarının işi daha zor ;)

Oyun Notum : 90/100


Trine 2 Resmi Sitesi

Alcest

Uzunca bir aradan sonra yazmaya başlamak için herhalde şu günlerde en uygun şey bu olurdu diye düşündüm. 2012 albümleri yeni çıkmış ve sürekli wmp'ımda dönerken şarkıları sanırım haklıydım bu düşüncede. Ne zaman Alcest dinliyor olsam dalgaların kıyıya vurduğu bir sahilde; ben ise tek başıma bir bankta oturup sessizliği duymaya çalışmış gibi hayal ederim kendimi. Alcest'i diğer gruplardan ayıran en önemli özellik belkide buydu...



Bir zamanlar Empyrium'da da yer almış olan Neige'nin projesidir Alcest. Hüzün ve huzur gibi birbirine zıt iki soyut olguyu albümünde hissettirebilecek kadar ileri gidebilir. Bir anda sert black riffleriyle sizi boğarken ansızın gelen clean vokalle bir anda karışır duygularınız. Liriklerde yer verdiği melankoli ise herşeyi örter bir kar gibi...

Alcest'le tanışmam 2007 yılındaki ilk albümleriyle olmuştur. Ancak hemen hatırlatalım ondan öncesinde aslında grup 3 kişilik bir black metal grubu olarak Fransa'da kuruldu. Kurucuları Aegnor ve Argoth, Neige'yi yalnız bırakınca o da black metalden kayarak grubun türünü Shoegaze/Darkwave yapar. Albümü de bu konseptte çıkarır ve oldukça iyi eleştiriler alır. Öyleki Neige bu albümde tüm enstrümanları kendi çalar. Daha sonra 2. albüm olan "Écailles de Lune" 'da bateriye Winterhalter gelir ve o şekilde kayıt yapılır. Özellikle o albümde "Sur L'Ocean Couleur de Fer" adında bir şarkı vardır ki benim için Alcest'in ilk 3'üne girer.

Yeni çıkan albümleri "Les Voyages De L'Âme" ise yine her albümle yükselen çıtayı korumayı bilmiş. Yine aynı hava, yine aynı hüzün, ve bu dinlerken size de yansıyor. Bu kez Neige diğer albümlere nazaran daha az black vokal kullanmış. Clean vokallere daha fazla yer vermiş. Ancak bu Alcest'e özgü o atmosferi asla dağıtmamış.  Albüme adını veren  Les Voyages De L'Âme ise tam bir başyapıt. Kapak ise yine bir çizim ve yine Écailles ile yarışır güzellikte. Ancak kesinlikle Alcest şarkı şarkı değilde albüm olarak dinlenilecek türden bir grup. Yinede aşağıdaki klibi izleyerek merakınızı giderebilirsiniz:


 Daha şimdiden birçok webzine ve dergiden albüm için 9.5 yada 10 gibi çok yüksek puanlar almaya başlayan Alcest'in sizi biraz uzaklara götürmesi için izin verin derim.


Stüdyo Diskografi:
Souvenirs d'un Autre Monde  [2007]
Écailles de Lune                  [2010]
Les Voyages De L'Âme         [2012]

En Sevdiklerim:
Souvenirs D'un Autre Monde
Sur L'autre Rive Je T'attendrai
Sur L'Ocean Couleur de Fer
Les Voyages De L'Âme

Linkler:

Limbo

 

Bağımsız bir oyun olan Limbo; farklı grafik yapısı ve bulmacalarıyla bir başladınızmı bitirmeden kalkamayacağınız bir şahaser. Akıl almaz bulmacaları gerçekten zeka ve düşünce gücü istemekle kalmıyor bunu çok güzel bir şekilde ilerleyen oyunda siyah-beyaz o kasvetli ortamla birleştirerek oyuncuya o karakterin hissettiği yalnızlık ve buruk hüzünü yansıtmasını biliyor. Evet uzun bir cümle oldu ama durum böyle.

Boyutu sadece 95 MB olan Limbo; 3-4 dvd çıkıp da içi boş olan oyunların da utanmasını sağlıyor. Oyun içinden oluşan aşağıdaki video daha iyi bir fikir almanızı sağlar. Şiddetle tavsiye ediyorum efenim.

Oyun Notum : 80/100

Not: Karanlıkta ve soğukta oynayın :)

Fairy Tail

Neredeyse 2 yıldır süren ve amansız takip ettiğim bir anime serisidir Fairy Tail.  Kısaca konusunuanlatmak gerekirse Fairy Tail bir büyücü loncasıdır. Büyünün en önemli güç olduğu bir dünyada loncalardan oluşan bir rekabet ortamı vardır. Fairy Tail ise kardeşliğin ve dostluğun önemli olduğu; içinde Erza, Natsu, Gray gibi çok güçlü büyücüleri barındıran bir loncadır. Lucy adlı yıldız büyücüsü ise Natsu sayesinde Fairy Tail'e katılır ve maceralar başlar.


Natsu: Bir ejderha tarafından yetiştirilen ve ateş büyüsünü kullanan baş karakterlerden biridir. Tüm hayatı boyunca kendisini terkeden ejderha Igneel'i aramaktadır.

Happy: Natsu'nun ufak ortağı, kedisi. İnsan gibi konuşur ve uçabilir. Çok komik ve arkadaş canlısıdır.

Lucy: Evinden çok uzaklarda bir loncaya katılma hayali ile Fairy Tail'e katılan karakterimiz; elindeki yıldız anahtarlarını kullanarak büyü yapar. Boğa, Kova, Yay yada Aslan gibi.

Gray: Üst tarafına hiçbirşey giymemesini bir yere koyarsak Buz büyüsü yapmaktadır. Sürekli Natsu'yla rakip ama aynı gruptandır.

Erza: S sınıfı büyük büyücülerdendir. Elbisesini değiştirerek ona uygun büyüler yapması onun en iyi özelliğidir. Ayrıca sert ve otoriterdir.

İlk başlayacaklar için bunlar yeterli bilgilerdir. Tür olarak fantastik, komedi, macera diyebiliriz. Birde benim bayıldığım Natsu'nun kedisi Happy'i de unutmamak gerek :) Şuan 3. sezon 97. bölümü yeni yayınlanmış olan seriyi birçok fansub çevirdiği gibi en iyisi siz de benim gibi en hızlı çeviriyle karşımıza çıkan DivxPlanet'ten ulaşın. thiefpliskin'in çevirilerine çok teşekkürler.


Spartacus'u Kaybettik!

Starz kanalının son yıllardaki en popüler dizisi "Spartacus-Blood and Sand" de başrolü oynayan Spartacus karakteri  Andy Whitfield dün gece hayatını kaybetti. İlk sezonun ardından lif kanseri hastalığına yakalanmış ve 2. sezonda oynayamamıştı. Ancak tam hastalığında iyileşme var ve 3. sezonda oynayacak haberleri yayınlanırken bu şok edici haberi aldık. Henüz 1974 doğumlu ve Galler doğumlu olan A. Whitfield ;11 Eylül'de Sydney (Australya)'de yaşamını kaybetti. 



Spartacus dizisinden ayrılmak zorunda kaldığında şu açıklamayı yapmıştı : "Böylesine sıradışı bir projeden ve birlikte çalıştığım insanlardan ayrılmak zorunda kalmak benim için büyük bir hayal kırıklığı. Sanırım bu benim ve ailem için bir başka sıradışı yolculuğa çıkma zamanı". Aynı zamanda model de olan Andy Whitfield 'in oyunculuk geçmişi ise şu şekilde :

Spartacus: Blood and Sand (Dizi-2010),
The Clinic (Film-2010),
McLeod's Daughters (Dizi-2008),
Packed to the Rafters (Dizi-2008),
The Strip (Dizi-2008),
Gabriel  (Film-2007),
All Saints (Dizi-2004).

Balkandji


Bulgaristan'ın metal music takipçi potansiyeli gözden kaçırılmacak gibi değil. Ancak grupları açısından bunu söylemek zor. Bir Bulgar arkadaşınız yoksa onları keşfedemezsiniz bile. Yunanistan yada İsrail gibi komşularımıza nazaran daha kısırlar. Bende bu yüzden kendim beğendiğim sağlam grupları burdan tanıtmaya çalışacağım. Bunlardan ilki en sevdiğim Bulgar grubu olan Balkandji.

Balkandji adından da anlışacalacağı gibi Balkanların o folklorik havasını müzikleriyle birleştiren bir grup. Şarkılarını Bulgarca seslendirmelerine rağmen gayet güzel beste ve melodileri olduğu için hiç dert etmiyorsunuz. Ezgileri size yetiyor, şarkı sözlerine takmıyorsunuz. Şarkılarda Tambura, Kaval, Trampet gibi farklı enstrümanları çalan üyeler de mevcut olunca folklorik öğelerde kaçınılmaz oluyor tabii ki de.


Balkandji bu güne kadar 2 albüm çıkarabildi. Şu sıralar 3. albüm üzerine çalışıyorlar. 2001 yılında Awake (Probujdane) albümüyle giriş yapan grup 2007 yılında da Zmey'i çıkardı. Zmey bana göre Awake'e göre daha başarılı bir albüm. Sevdiğim başlıca şarkıları ise: Krali Marko, Zora, Izvor, Videnie ve Libe. Sizi Videnie ile baş başa bırakıyorum ;)



Balkandji > Offical Facebook Myspace

Supernatural 6. Sezon Finali Ardından



Dile kolay 6 sezonu devirdi ve bir kere bile sıkmadı Supernatural. Kimisine göre dizi bile değil kimisine göre 20 sezon oynasa yine izlerim. Bunda en büyük faktör karakterlerle olan bağlılık. Sam, Dean, Bobby ve Cass olmadan olmuyor. Karakterleri ezberliyorsunuz artık. Bir arkadaşınız gibi. İlk 5 sezonu anlatacak değilim diziyi takip eden bilir. Dikkat! Yazının burdan sonrası spoiler içerir.


Casstiel adlı bize 2 sezondur yardımcı olan ekmeğimizi bile paylaştığımız asi meleğimiz bu kez cennette ki iç savaş yüzünden biraz da olsa kendine göre iyi Sam ve Dean'e göre kötü olan bir yola girer. Bu yol Purgatory'e kapı açıp ordaki tüm yaratıkların ruhlarını ele geçirerek Raphael'e karşı üstünlük sağlamaktır. Sezon finalinde izlediğimiz gibi Casstiel bunu gerçekleştiriyor ve Raphael'i yokediyor. Cehennem Kralı ise kaçmayı başarıyor. Ancak Cass müthiç bir güce sahiptir ve kendini yeni Tanrı olarak ilan eder...



6. Sezon bu şekilde biterken elbette 7. sezon anlaşması yapılması sevindirici. Bu şekilde düşünerek olaya çok farklı bir boyut kazandırdıkları kesin. 7. sezon ile ilgili şuan en ufak bir bilgi kırıntısı bile yok. Ancak kendime göre tahminlerim var. Casstiel'in çok fazla Sam ve Dean'e sorun açıcağını sanmıyorum. Ama Cass'in bu hali kolay yenilecek bir tarz da değil. Yine de bunu iyiler üzerinde değil de kötüler üzerinde kullanacaktır. 7. sezon final olabilir. Ve uzun yıllardır varlığını hiç belli etmeyen Tanrı ise gerçek varlığını Cass üzerinde gösterecektir. Kişisel görüşlerim bu yönde. Elbette yeni karakterlerde katılacaktır. Hele ki Balthazar, Raphael ve daha birçok karakter yok olduktan sonra.

While Heaven Wept



İrlanda çok farklı bir ülkedir benim için. Gerek ordan çıkan gruplar, gerekse de oranın o folklorik havası beni çok etkiler. Hele ki Sons of Anarchy'nin 3. sezonun orda çekilmesi daha da sevmemi sağlamıştır. UEFA ligi finali de Dublin'de oynanmıştır. Sevdiğim İrlandalı gruplardan bazıları; Cruachan, Primordial ve The Young Dubliners'dir. Birgün Primordial sayfasında kardeş grubumuz diye belirttikleri While Heaven Wept'i görürürüm. Metal-Archives'den aldıkları puanları da ilgimi çeker ve dinlemeye başlarım.



Tom Philips adlı huzur dolu sesiyle gruba güç katan ve kurucusu olan Tom Philips aslında 1989 yılında kurduğu Dream Wytch grubunu 1991 yılında ismini değiştirerek While Heaven Wept olarak sürdürdü. Yaptıkları Epic Progressive Doom Metal tarzıyla Amerika'da Dale City, Virginia'da kuruldu. Yazdıkları şarkıları ilk olarak demoda, sonra single ve EP'de toplayarak 1994 yılında giriş yaptılar. 20 yıllık (şimdilik) müzik hayatlarına sadece 4 albüm sığdırmaları biraz garip gelebilir. 5 yılda bir albüm gibi bir istatistik. Ancak bu 4 albümün 2'si son 2 yılda çıktı. Yani artık düzenli ve grupla ilgilenen bir takım var. Özellikle yeni albümleri "Fear of Infinity" Nuclear Blast etiketiyle çıktı. Bu yüzden de artık daha da büyüdükleri ve ünlendikleri anlamına geliyor.




Ben While Heaven Wept dinlediğimde huzur buluyorum. Bunu yapabilen az sayıda grup var. Progressive öğeleride fazlasıyla hissedilen ancak gerektiğinde hüzne de boğabilen bir gruptur WHP. Dinlemeye başlayacaksanız "Of Empires Forlorn" albümünden başlayın derim.

WHP Myspace
Offical Site

Freedom



2010 yılında "Museifu" adında bir fansub site açıldı. Çok güzel projerlerle başladılar. Bunlardan bazıları: Casshern Sins, Tokyo Magnitude 8.0, Freedom idi. Ama hiçbirini bitiremeden bıraktılar bu işi. Başka fansub siteleri yada altyazı siteleri geri kalanları hep bir şekilde tamamladı ama bu Freedom'u hep es geçtiler. Halbuki sadece 6+1 şeklinde son bölümü ova niteliğinde çok güzel bir seriydi. Divxplanet bir şekilde 5-6 yı aktiviteyle çevirdi. Ama 1 yıl kimse 7. bölüme dokunmadı. Bende sonunda dayanamayıp 7. bölüm olan ova'yı kendim çevirdim ve seri tamamlandı. Gerek ilk çeviri olmam gerekse de çevirinin teknikselliği yüzünden ufak tefek hatalarım oldu ama gayet güzel iş çıktı ve seri tamamlandı. Gerçekten zor iş çevirmenlik :)

Animeye gelelim şimdi de. Konumuz yine biraz post-apocalyptic bir Dünya. İnsanlar Mars'a gidebilmek için Dünya'dan kaçarken Ay'a bir üst kurarlar. Ancak Ay'da kurdukları o üstü o kadar geliştirirler ki Eden ismini verdikleri bir şehire dönüşür. Teknoloji ve yaşam şartları üst düzeydedir. Dünya ise yaşanamaz bir yer olarak hep öğretilir. Ancak bir öğrenci olan ve yasadışı yarışlarla uğraşan Takeru birgün Ay'da kraterlerde bir resim bulur. Dünya'dan bir kızın gönderdiği bir resim. "Dünya'da hayat var, biz iyiyiz peki ya siz?" yazılmıştır altına. Kahramanımız ise o kızı bulmak ve Eden'da ki gerçekleri ortaya çıkarmak için Dünya'ya doğru inanılmaz bir yolculuğa çıkar.






Altyazılar için tıklayın
Torrent dosyaları için tıklayın